30 Aralık 2010 Perşembe

Yeni Yılınız Kutlu Olsun!

         Daha önceki yazılarımda hiç sevmem bu tür yeni yıl dileklerini demiştim ama yine de adettendir bir kutlama yazısı yayınlayayım dedim. En sevmediklerimde televizyonda mikrofon uzattıkları kişilerin "herkese sağlıklı bir yıl diliyorum. savaşlar bitsin istiyorum" öeeehh. Bu ne be?
       Herkese, yeni yılda daha önce hiç dinlemediği şarkıları, müzikleri dinlemesini, 2010'dan daha güzel bir yıl olmasını, sevgilisi olmayanın sevgili bulmasını, sağlıklı, mutlu ve en önemlisi bol paralı bir yıl diliyorum. Ha olmazsa da rahvan gitsin, daha 2012 var, 2013 var... Seneye görüşürüz! (komik mi? tabi ki değil)

Sevgilisizlik

         Uzun zamandır bir sevgilim yok. Bunu kendime çok sorun etmesem de, çevremdeki insanlar benden daha fazla sorun ediyor. (Ama itiraf ediyim ki bir sevgiliye ihtiyaç duyduğum anlar çok oluyor. Sinemalar, konserler, yılbaşı partileri ve en önemlisi de sevgililer günü.) Ben de bununla ilgili bir yazı yazmak istedim. Tabi ki bu yazımda "vah sevgilim yok, yalnızım böhü böhü" şeklinde bir yazı olmayacak. Sevgiliniz olmadığında ve çevrenizdeki insanların size karşı gözlemlediğim yaklaşımlarından bahsedeceğim.
        Sevgilisi olan arkadaşlar size bir müddet sonra garip bir varlık gibi bakmaya başlayacaklar. Mesela ilk olarak sevgilisi olan arkadaşlardan başlayalım. Arkadaşla akşam için sözleşmişsinizdir, buluşacaksınızdır. Ama tam o dakika geldiğinde telefonunuz çalar ve; "ben sevgilimle buluşacaktım, kusura bakma ya. Yarın görüşsek?". Nasıl olsa senin sevgilin yoktur ya, 7 gün 24 saat uygunsundur. Arkadaş tarafından hep "arta kalan zaman" aracı olarak kullanılırsın. Mesela, 1 saat sonra sevgilisiyle buluşacaktır. Canı sıkılmıştır, o 1 saati seninle geçirir. Bazıları vardır ki sevgilisi yokken can ciğer olduğunuz arkadaşlar. Sevgili bulunca yolda görseler selam vermezler.
        En kötüsü de acırlar sana. "biz hede hödö'ye gidiyoruz, sen de gelsene. yalnız kalma". Eksik olma sağol. Bir de kız ayarlamaya çalışırlar. Nerde "yakışıklı" bi kız varsa onu bulur getirirler. Bir de kıza güzel demez ve "çok iyi bir kız". Ne yapmış da iyi olmuş? Cami mi yaptırmış?
        Bu yılbaşı partilerine herkes sevgilisi ile gidecek olduğundan dellendim bu aralar. O yüzdendir ki böyle bir yazı yazdım. Ama şu yazıyı okuduktan sonra, katılmıyorum diyen olmayacaktır heralde. Yorumlarınızı bekliyorum.
        Yazımı bir yerden alıntı yaparak bitiriyorum. (bu sözü nerde duyduğumu unuttum o yüzden bir yerden diyorum.) Sevgilisiz olmak; istediğin zaman, istediğin yerde olabilmektir. Fakat istediğin yerde, yalnız olmaktır...

28 Aralık 2010 Salı

Reklamlar?

       Fazla televizyon izleyen bir insan değilim. İzlediğim programlar sayılıdır. Ama ne zaman kumandayı elime alsam kanalları gezmeye başlasam, reklamdan başka bir şey göremiyorum. Öyle ki, izlediğim programda reklam arasında başka kanalları zaplarken bi an "ne izliyodum ben lan?" diyorum. Ayrıca ben bu reklamları izledikten sonra "aaa hemen markete gidip alıyım" diyen görmedim. En sinir olduğum reklam türüde şampuan reklamları. Kız saçını X şampuanıyla yıkıyor, sonra da çıkıyor dışarı tüm erkekler ilk defa kız görmüş gibi gözlerini dikip buna bakıyor. Yahu uzaydan mı geldiniz? 
      Bi ara çok sinir olduğum bi reklam vardı. Erkeklerden biri araba almış. Araba yaptım gibisinden geliyor havala havalı. Diğer erkekte şampuam çıkartıyor saçlar böyle havalı. Bi anda herkes bu X şampuanını kullanan erkeğe bakıyor. Resmen insanları salak yerine koyuyorlar. Hiç bir sağlıklı bay ve bayan öncelikle karşı cinsin saçına bakmaz. Baksa da yanlışlıkla bakmıştır. Ayrıca hiç bir erkek de kızın saçlarına bakarken gidip direğe çarpmaz. Kıza bakarken çarpabilir tabi ki ama o sırada emin olun ki saçlarına bakmıyordur.
      Bu örnekler sadece bazıları. O kadar saçma reklamlar var ki. Reklamın iyisi kötüsü olmaz derler ya. Katılmıyorum, reklamın kötüsü olur.

Düşündüm de...

          Bu ara çok saçma şeyler düşünmeye başladım. Arada geliyo öyle bana.
        Mesela; düşündüm de, yılbaşı geliyor kutluyoruz falan. Papa XIII. Gregory, Jülyen takvimi yerine Gregoryen takvim (Miladi takvim) yaptırıyor. Biz de bu takvimi kullanmaya başlıyoruz ve "yılbaşı" diye bir şey çıkıyor, kutluyoruz. Bi an saçma geldi bana, sonuçta bu takvimi insanoğlu kendi yapıyor sonra da "hadi 1 Ocak yılbaşı olsun, kutlama yapalım" diyor. Mesela bazı ülkeler 14 Ocak'ta kutluyor, bazıları 13 Nisan'da kutluyor. Herkes farklı bir takvime göre, farklı bir kutlama günü yapıyor. Bu konuyu araştırıcam biraz. Böyle yani...
        Düşündüm de, ben mesela şu hayattan hiç "Rrrrrrrr" diyemeden göçüp gidecem.
        Düşündüm de, neden insanlar kendinden farklı olan birini yadırgarlar? Mesela, mavi saçlı bir kız gördüğünde dönüp dik dik bakarlar ve gülerler. Ya da aynı şekilde uzun saçlı ve küpeli bir erkek. Herkes aynı mı olmak zorunda? Bu tam tersi olsaydı dünyada mesela. Herkesin saçları mavi renkli ve uzun olsaydı, normal(!) uzunlukta ve normal bir saç rengi olan insanlar yagırgansaydı. Bunu kim başlattı mesela? Kızlar uzun saçlı, erkekler kısa saçlı mantığını. Niye tam tersi değil?

24 Aralık 2010 Cuma

Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl...

         Koskoca bir yılı daha geride bırakıyoruz. Yeni umutlar, yeni heyecanlar ve beklenen ama hiç bir zaman istediğin gibi gerçekleşmeyecek umutlar. Hepsi koca bir yalan. Hiç bir beklentim yok yeni yıldan. Karamsarlık değil bu. Bir yılı daha ölmeden dolu dolu yaşadığım için kutluyorum ben yeni yılı. 
         Kutlama demişken, dışarıda kutlasan ayrı bi dert, evde takılsan ayrı bi dert. Dışarıda kutlasan, her yer tıklım tıklım, mekanların birbirinden güzel yılbaşı kazıkları. Evde takılsan bi müddet sonra canın sıkılacak. Ama yine de %80 ihtimalle ben evde PTT yapacağım (PTT=Pijama Terlik Televizyon). (%20 ihtimal de yakın arkadaşlarımın çağırıp "gel içecez" demesidir).
        Çok fazla abartmamak lazım bu kutlama işini. "Yılbaşında ne yapacaksın?" sorusuna verdiğim cevap nedeniyle bir kaç arkadaştan aynı tepkiyi aldım "aaa evde mi oturcaksın?". Evet, ne var yani bunda? Sevmem ben öyle kalabalık ortamları. Alıcam yiyeceklerimi, içeceklerimi. Geçicem televizyonun karşısına yayıla yayıla izliycem.
       Şu sevmediğim yeni yıl klişesiyle bitireyim yazımı; 
       Yeni yılın herkese sağlık, mutluluk, aşk ama en önemlisi PARA getirmesi dileklerimle. Yeni yılınız kutlu olsun. (böğğğ)

23 Aralık 2010 Perşembe

Football Manager

          Az önce FM'yi açtım, biraz oynayayım diye. Tabi ki Beşiktaş'ın başındayım. Simao Sabrosa ve Hugo Almeida'ya teklif götürdüm, kulüpleriyle anlaştım ama oyuncularla anlaşamadım. Gelmediler Beşiktaş'a hehe. Yani buradan çıkarılacak sonuç; yönetimi tebrik etmek lazım iyi transferler yaptılar.

Tabata Bucaspor'da!

       Ağlamak istiyorum, sayın seyirciler! Bu transfer haberini duyduğumda evde sevinç çığlıkları attım. Rodrigo Barbosa Tabata, Fink ve Zapo ile birlikle sezon sonuna kadar Bucaspor'da. Ama keşke kiralık değil de bonservisleriyle beraber gitselerdi. Fink ve Zapo 1'er milyon'dan 2 milyon € Tabata'yı zaten bedava vermek mesele. Umarım bu transfer için Buca'ya Tabata+2 Milyon € falan vermemişizdir. Şaka bi yana Tabata'ya Bucaspor'da başarılar diliyorum. Umarım başarılı olur ve Bucaspor'da kalıcı(!) olursun.
       Tabata'nın gidişi için alttaki video hislerime tercümen oluyor;
 
 -----------------------------------------------------------------------

      Bu arada Simao Sabrosa resmen Beşiktaş'ta. Tabata'dan sonra Simao, Murat 131'den inip Audi A3 binmek gibi bir şey olacak. Beşiktaş yönetimini tebrik etmek lazım, bonservis bedeli 900.000 € sadece. Tek korkum bizim kasap ligimiz. Adamın ayağını paket yapıp bi güzel eline verirler. Daha şimdiden bazıları "yaşlı adam ya" "e bitti tabi adam ondan geliyo Türkiye'ye" falan demeye başlamış. Artık alıştık her transferden sonra bu tarz söylemlere. Ben size ilerine ne olacağını söyleyeyim: iki maç kötü oynadıktan sonra çok bilmiş spor yazarları çıkıp "Zaten iyi oyuncu olsaydı Beşiktaş'ta ne işi vardı" gibi söylemlerde bulunacaklar. Özellikle Sergen Yalçın "Simao gibi oyuncu alıyosunuz, bakıyosunuz bugün hiç maç kazandırmamış. Niye alıyosunuz o zaman bu oyuncuyu" diyecek. Neyse ben derse geç kalıyorum yine devam ederim.. takipte kalın..

      

22 Aralık 2010 Çarşamba

Bir fare ile aynı evde yaşamak

       Az önce su içmek için mutfağa doğru giderken, bi yerlerden "takır tukur" ses geldiğini duydum. İlk önce nerden geliyor bu ses diye anlam veremedim. Banyonun önüne yaklaştığımda seslerin banyo kapısından geldiğini fark ettim. Banyonun ışığını yakıp kapısını açmamla beraber gri bir şeyin hızla kaçtığını görmem bir oldu. Normalde fareden korkmam ama bi anda görünce "annsk..." tırstım. Acaba ne zamandan beri beraber yaşıyoruz? Faturalara ortak olsalar gül gibi geçinip gideriz, anca orayı burayı kemirsinler başka işleri yok. Farelerin kulak yediğine dair söylentiler duymuştum geçenlerde. Çok fena yusuf x2 oldum şu an. Yarın bi de duş alacaktım.
     An itibariyle tuzakları kurduk, peynirleri bi güzel serpiştirdik. En kısa zamanda yakalanmasını bekliyoruz keratanın.

Fıkra Gibi "R"

         Bir arkadaş hatırlatma yaptı. Blog açmışsın "R" ile ilgili hiçbir şey yazmamışsın diye. Cidden nasıl unuttum ben bunu? Bilenler bilir, ben "R" denen harfi söyleyemiyorum. Berbat bi durum olduğunu söyleyebilirim. Bir de bunu şirin bulanlar vardır. R'leri söyleyememenin neresi şirin? Biri bana açıklasın. Ben de şirin bulanları, salak buluyorum. Ha bir de, şöyle bi riyavet var; "Kızlar R'leri söyleyemeyen erkekleri şirin bulurlar". Ben niye görmedim?
        Bu R'leri söyleyememekle ilgili en kötü durum, kendini ifade edememektir. Hele ki benim gibi adınızda "R" harfi varsa yandınız demektir. Neredeyse her hafta bu R yüzünden başımdan fıkra gibi olaylar geçiyor. Bir kaçını yazayım. Geçen sene arkadaşlar cafede oturuyoruz sohbet döndü dolaştı bi şarkıcıya geldi (hangi şarkıcı olduğunu unuttum) "ben severim x'i" derken şu şekilde bi diyalog oldu;
      - X'in hayvan (hayran) sayfasına katıldım facebook'ta.
      - Oha! Hayvan sayfası mı? O nasıl oluyo?
      - Ya hayvan değil hayvan hayvan
      -  ...(sessizlik)
      - Ya fan club işte!
      - Haaa hayran puhahaha
      Şimdi anlamışsınızdır kendini ifade etmenin ne kadar zor olduğunu. Ne çektiysem R'den çektim şu hayatta. Eğer sizin gibi söylemeyen biriyle tanışırsanız insan bi garip oluyor. İçinde garip bir sevinç "oh be yalnız değilim". Yaklaşık 1,5 sene önce Eskişehir'de başıma gelen olay tam bir fıkra. Eskişehir'e uzun zamandır görmediğimin arkadaşımın yanına ziyarete gittim. Gezdik, dolaştık derken "hadi seni bizim okuldan arkadaşlarla tanıştırayım" dedi. O arkadaşlarının olduğu cafeye geldik masada 4 kişi oturuyor, ben sadece birini tanıyorum. Hal böyle olunca diğer üçüyle tanışmak gerek. "Meraba ben fuvkan" diyerek başladım ikisi isimlerini söyledi "ben de x, memnun oldum". Ama ismini söylemeyen biri vardı;
       - Fuvkan haa?
       - (aha yine biri dalga geçecek) Evet Fuvkan.
       - Eheehe
       - Ben v'leri söyleyemiyovum. Zaten Fuvkan diyovum hevkes Güvkan anlıyo.
       - (bi süre masadakiler kahkaha attıktan sonra) Ben de ğ'leri söyleyemiyoğum. Benim adım da Güğkan, heğkes Fuğkan anlıyo.
        Masada bulunan herkes iptal. Yarım saat kimse kendine gelemedi. Güvkan'a burdan selamlarımı gönderiyorum. Onunla da o günden sonra hiç görüşmedik ama, Eskişehir'e yanına ziyarete gittiğim arkadaşla ne zaman görüşsek hep bu olay hatırlanır ve gülünür. Bir de dalga geçen pişkin insanlar vardır. İşte onlardan arkanıza bakmadan kaçın. Size "hangi harfi söyleyemiyodun sen?", "radar desene bi" vb şeklinde şeyler söyler.
       - Sen hangi harfi söyleyemiyodun? (pişkin pişkin)
       - P ile S'nin avasındaki havf.
       - Avasındaki ahahahah.
       - Çok komik.
       - Tamam tamam kızma. Yani senin alfabende 28 tane harf var ahahah
       - Evet. Hem de senin 29 harfle tavlayamadığın kızı, o 28 harfle tavladım.
       - .....
       - Ahahahahahah (son gülen iyi güler)
       Bu R ile ilgili başımdan geçenleri kitap olarak yazsam güzel mizah kitabı olur. Bir arkadaşım söylemişti bana, R ile ilgili tek hoşuma giden bi espri vardı; "Sen paraya, para demiyosun. Çünkü R'leri söyleyemiyosun"
       Sonuç olarak, hiç bir avantajı yok aksine daha dezavantajı var ama kendime hiç bir zaman "vay ben niye r'leri söyleyemiyorum" demedim. Artık bununla yaşamaya alıştım. Yazının başında söylediğim gibi her hafta fıkra gibi bir olay başımdan geçiyor bu R yüzünden. Onları da paylaşmaya devam edeceğim. Esen kalın...

Fala inanma, falsız kalma!

         Fala inanırmısınız bilmem. Ama ben inanmasamda arada sırada fal baktıran bir insanım. Niye baktırdığımı inanın ben de bilmiyorum. Sadece bi eğlence diyelim. Çünkü, falımda çıkanlarla arkadaşlar ve aile arasında hep beraber dalga geçeriz.
         Uzun zaman önce Tarot falı baktırmıştım. Bana "senin ikiz çocukların olacak" demişti. Sonra bunun üstünde baya dalga geçmiştik. Bir ay önce ise Alsancak'ta gezerken falcı teyze gelip "gel falına bakayım çocuk" dedi. Ben de dayanamadım "hadi bak bakalım" dedim. Teyze bi sürü şey söyledi söyledi en sonunda ise "senin ikizlerin olacak, bak görürsün. Olunca gel beni bul" dedi ve gitti. Fala inanmayan ben, bi an "Laan?!" dediğimi hatırlıyorum. O sırada annem de yanımdaydı, bir kahkaha atıp "kesin organize bunlar ahahah" dedi.  Artık bu aile içinde ve arkadaş çevresinde baya dalga geçilir oldu. Mesela annem telefonla aradığında mutlaka "ikizler napıyo iyi mi? ehehe" diyor.
         Her ne kadar inanmasam da itiraf edeyim ki içimde bir "acaba?" kaldı. Ama bunun olacağına inancım %5 civarlarında. Ama bakalım, hep beraber bekleyip göreceğiz.      

Sinema

         Bu aralar iyi türk filmleri yapılıyor. Av Mevsimi ve New York'ta Beş Minare de bunlardan birileri. Ben de bu iki film hakkında görüşlerimi paylaşmak istedim.
        Öncelikle, New York'ta Beş Minare'den başlayalım. Açıkcası film vizyona girdiğinde Mahsun'dan dolayı önyargım vardı filme. Ama izledikten Mahsun beni şaşırttı diyebilirim. Filmde bi ara (New York'ta geçen aksiyon sahnelerinde) kendimi bir Hollywood filmi izliyor gibi hissettim. Bu film için kesinlikle "çok harika" "mükemmel film ya" gibi şeyler söylemem mümkün değil tabi ki ama Türk sinemasının geliştiğini görmek beni sevindiriyor. Bu filmde Haluk Bilginer'in oyunculuğuna bir kez daha hayran kaldım. Hangi role girse, başarıyla oynuyor. Mustafa Sandal'a gelince çok sırıtmış oynadığı rolde, çok iyi değildi. Filmdeki aksiyon sahneleri bizi heycanlandırsa da, film genel olarak hiç heycanlandırmadı. Mahsun Kırmızıgül'ün filmlerini izlerken hep bir şeyler eksikmiş gibi geliyor bana. Ayrıca artık her filminin sonunda birinin ölmesinden dolayı, bundan sonra Mahsun'un filmlerine giderken "başroldeki adam kesin ölecek" diye gideceğiz. Dediğim gibi, "super bir film" denilecek bir film değil. Ama ben bu filmi, bu tarz filmler için bir adım olarak görüyorum. Puanım: 6/10
        Av Mevsimi'nin de değerlendirmesini yapayım. Öncelikle filmin kadrosu ve hikayesi çok iyiydi. New York'ta Beş Minare'nin kopuk seneryosundan çok daha iyi bir seneryosu var. Ama şunu söylemem gerek, filmin yarısında arkadaşlarla beraber filmin sonunu tahmin ettik. Oyunculuk yönünden ön plana çıkan isim Cem Yılmaz. Rolünü o kadar iyi yapmış ki, filmde eski karısının peşini bırakmadığı için bi ara kızdığımı hatırlıyorum. Ayrıca, ilk defa bir filmini küfür etmeden bitirdi sanırım. Şener Şen ise biraz daha arka planda kalmış. Şu sıra vizyonda olan filmler arasında gidip izlenebilecek bir film. Puanım: 7/10

Matkap Sesi

      Ne berbat, ne korkunç bir sestir matkap sesi. Hele bir de uykunuzdan oluyorsanız bu ses yüzünden. Hatta bir de Pazar günü ise, işte o zaman daha da çekilmez bir hale gelir. İnsanın beynini delen bir sestir bu. Bence cinayet sebebi bile olabilir bu ses.
     İşte ben de, apartmanda yapılan tadilat ve izalasyon sebebiyle iki aydır sabahın köründe bu ses ile uyanıyorum. Hiç çekilir gibi bir ses değil. Hergün, "O matkabı bi tarafına sokacam artık!" gibi evin içinde çıldırarak matkapçı amcanın kulağını çınlatıyorum. Az önce cinayet sebebi olabilir demiştim ya, delirme sebebi de olabilir. Yani önce deliriyorsun, sonra cinnet geçirip matkapçıyı (daha uygun bir kelime bulamadım) öldürüyorsun. Beni uzun süre görmezseniz bilin ki ben bu matkapçıyı vurmuşumdur. Aslında, adamın hiçbir suçu yok, o sadece işini yapıyor. Ama o ses... "Darrrrrrururıuızzzzrrrrrrzzrrrr"
     En kısa zamanda bu işkencenin bitmesini diliyorum. Hayır, yıl oldu 2010 (hatta 2011) hala bunun sessiz versiyonunu yapamadılar ya, ben ona yanıyorum...

Yazdım, Okunacak!


Herkese Merhaba,
Ben Furkan Demir (ya da David Risteski), bundan böyle yazılarımı sizinle bu blog altında paylaşacağım. Yazılarım genellikle mizah, kendi hayatımdan kesitler, kültür & sanat, güncel konular, spor ağırlıklı olacak (yani öyle düşünüyorum bakalım zaman neler gösterecek). Neyse sözü fazla uzatmadan ben yazılarıma başlayayım. Eğer "kim bu hıyar?" diye bana ulaşmak isterseniz işte ulaşabileceğiniz adresler;

Twitter Facebook